Sunday, July 9, 2023

Kemal Kurdaş, ODTÜ ve Eymir Gölü

Eymir Gölü'nün belgeselini yaparken bir yandan ODTÜ'nün geçmişini, bir yandan gölün coğrafyasını araştırırken bir yandan da buraya yolu düşmüş kimler varsa onları tanıdım. Aynı zamanda kendi geçmişimi ve kimliğimi tekrar keşfediyordum. Tanımak demek mutlaka yüz yüze konuşmak değildir, bazılarını da yazdıklarından, eski fotoğraf ve video kayıtlarından keşfettim. Bu tanıdıklarımdan belki de en önemlisi Kemal Kurdaş'tı. ODTÜ'deki ilk yıllarımda bir iki defa uzaktan görmüştüm ama hiç ilgimi çekmemişti, eski rektör dediklerinde herhangi bir idare adamı gibi düşünmüş gidip konuşmayı bırak mesafemi daha da korumuştum. Fakat gölün ve ODTÜ'nün geçmişini öğrendikçe, ne kadar benzer bir yerde durduğumuzu, benim hayatıma ne kadar dokunduğunu anladım. Benim için Eymir Gölü'nün hikayesi biraz da Kemal Kurdaş'ın hikayesidir.
Eymir Neden Paylaşılamadı? belgeseli için zaman geçtikçe farklı kişilerle görüşüyor, yeni kitaplar okuyor, arşiv belgelerini tarıyordum ve fırsat buldukça da yalnız başıma Eymir Gölü etrafında yürüyor, kısa çekimler yapıyordum. Sırt çantama ödünç aldığım makineyi alıp Eymir'in etrafındaki tepelerde yürüyordum, burada vakit geçirmek beni çocukluğuma götürüyordu; Ankara'da geçen yıllarım o kadar kalabalıklar içinde geçmişti ki, Eymir Gölü bana tekrar yalnız kalma, kendimi hatırlama, nefes alma şansını vermişti. Araştırmam devam ederken Kemal Kurdaş'ın bir yazısını buldum: Eymir'in Çağrısı. Bu yazıda Eymir Gölü'nün ODTÜ için ne kadar önemli olduğu anlamış oldum, en başında belki de bu göl olması üniversite kampüsü bambaşka bir yerde olacaktı. Bunu kimse bilmiyor, belki bilseler de önemsemezlerdi ama ben önemsiyorum. Bu yazıyı okuyunca bu gölde beni neyin çektiğini de biraz daha iyi anladım. Kemal Kurdaş yazısına yıkılan bir köprüde hayatı keşisen insanların hikayesiyle başlıyor ve kendisini buraya çeken olayları sorguluyor; onun yazısını okurken ben de kendimi düşündüm tekrar neden buradaydım acaba, hikayesini anlattığım insanları düşündüm neden buradaydılar; nihayetinde hepimiz Eymir'de, suyun kenarından yolu kesişmiş insancıklarız. 

 Eymir’in Çağrısı 
"ODTÜ Rektörlüğü’nden ayrıldığımdan bu yana 17 yılı aşkın bir süre geçmiş bulunuyor. Bu süre içinde zaman zaman geriye bakıp ODTÜ Rektörlüğü’ne beni hangi şartlar, ümitler, hayaller getirdi? Kısaca; ben Rektörlüğü neden kabul ettim? Sorusunu kendime sorduğumda aklıma hep Thorntor Wilder’in “The Bridge of San Lui Rey” adlı uzun hikayesi gelmiştir. Bilirsiniz bu uzun hikayede Peru’da eski bir Anka Köprüsü, üzerinde pek çok insanla birlikte çöker ve üzerindekiler suya dökülür. Yazar romanında bu insanları o köprüye ve o ortak kadere hayatlarındaki hangi olayların ya da hangi ihtiras, ümit ve kızgınlıkların getirdiğini ve ortak kadere terk ettiğini anlatır. 
Karşımda çok cazip başka teklifler varken beni Ortadoğu Rektörlüğü’ne kabule iten ana sebebin benim Türk insanına olan sevgim ve bu insanları özlediğimiz mutluluk ve refah düzeyine erişmekte en kuvvetli etkinin ve itici gücün bu insanların gelecek kuşaklarını modern ilim ve teknolojide en üst düzeyde yetiştirmenin oynayacağına dair kesin kanımın olduğunu bugün çok daha açık bir biçimde görüyor ve takdir ediyorum. Türkiye’de modern bilgi ve teknoloji ile mücehhez, dışa açık en az bir yabancı dil bilir bir kuşak verebilmekte kendime düşeni yapabilmek hayatımın en büyük ihtirası olmuştur. 
ODTÜ bana bu fırsatı verir gözüktü ve daha ilk anda teşir etti. Bu temel anlayış, isterseniz ihtiras dışında iki unsurun daha beni Ortadoğu’ya doğru ittiğini de zaman zaman hissetmişim ve düşünmüşümdür. Ankara ile benim hayat yolumun çakışmasında da hayli etkisi olan eğitim dışındaki bu olayları size kısaca anlatmak isterim. 


Ankara’ya ilk gelişim 1933 yazına rastlar. O zaman ilkokuldan mezun olalı 15-20 gün geçmiş bir çocuktum. 1933 yazında Ankara bugün için gözde canlandırılması zor ölçülerde küçük bir şehirdi. Ankara’nın büyük bir kısmı kale ve eteklerindeki eski şehirden oluşurdu. Bu eski şehir henüz bugünkü Atatürk Bulvarı’na inmemişti. Bent Deresi şehrin kuzeybatı yönünü sınırlardı. O zaman Altındağ ve arkasındaki mahallelerin hiçbiri yoktu. Cebeci, henüz inşa edilmemiş olan Mülkiye ve Hukuk fakültesi binaları sınırının gerisindeydiler. Mamak ve Ayaş küçük bir köydü. Güneyde Yenişehir henüz teşekkül etmişti. Hemen tamamı iki katlı binalardan oluşurdu. Arkasında tepede tabii Çankaya vardı. Bir Çankaya’ya gitmek şöyle dursun huşudan bakamazdık bile. Batıda bugünkü Gençlik Parkı yarı batak bir çayırdı. 1933 yazında Ankara’da ilk gecekondular belirmeye başlamıştı. Bu gecekondular ikinci Büyük Millet Meclisi binası ve bitişiğindeki halk arasında “Meclis Bahçesi” adıyla tanınan parkın arkasındaki düzlükte ortaya çıkmıştı. O zaman bu mahalleye “Teneke Mahalle” derlerdi. Gecekondu deyimi sonradan yarattığımız saygıdeğer bir tasvirdir. 
1933 yazında Ankara’ya ilk geldiğim günler bir şoka uğradığımı canlı biçimde hatırlarım. Eskişehir’den bu yana daha trende seyretmeye başladığım bozkır beni ürpertmişti. Mustafa Kemal’in Orman Çiftliği’ne ve yollara henüz ekilmeye başlanan ağaçlara (hemen hepsi akasya, Ankara’da akasyadan başkasının yaşamayacağına inanılırdı.) rağmen Ankara’nın ağaçsızlığı da içime derin bir hüzün akıtmıştı.
Çocukluğunu Bursa’da Uludağ eteklerinin ve ovanın yeşilliklerinde ve İstanbul’un o zaman henüz tahrip edilmemiş tabiatı içinde geçirmiş bir insan olarak Ankara’nın ağaçsızlığı beni derinden sarmıştı. Ağaç ve orman hasretini o yaz adete her gün hissettim. Ondan sonra da ileride Maliye Müfettişi olarak Orta ve Doğu Anadolu’ya yaptığım uzun seyahatlerde ağaç ve orman hasreti benim içime adeta bir sıla hasreti olarak yerleşti. Anadolu’nun orman hazinelerinin tahribini içinde yaşadığım toplumun bir günahı bir suçu olarak değerlendirmeye başladım.
1930’lu yıllarda Ankara yazları, büyük dolularla gelen ani sağanaklarla kesilirdi. Yaşlılar, ben doluyla gelen yağmura korkuyla baktıkça, “oğlum bu bozkırda olur” derlerdi. Benim kafamda belki ondan, bozkır gürültülü, yıkıcı, doluyla gelen yaz yağmurlarıyla birleşik manada olmuştur. İlerde ODTÜ arazisine her ağaç dikişte adeta o dolulu yağmurlardan intikam aldığımı hissetmişimdir. İlmen doğru mudur bilmem, hala bu anlayışa inanırım.
1934 yılında zannediyorum Ankara’ya ikinci gelişimde idi. Bir akşam yemeğinde ağabeyim, bana dönerek “Kemal yarın Ankara dışında bir köye iki kişiyi götüreceğim. Köy Çankaya’nın arkasında bir vadide imiş. Yol çok dik, dar ve dolambaçlıymış. Yolda bir kaza yapmaktan korkuyorum sen de benimle geleceksin” dedi. Zannediyorum yol kadar adamlardan da çekiniyor ve yanında bir can yoldaşının bulunmasını istiyordu.
Ertesi sabah yola koyulduk. Çankaya’nın arkasında, çok dar, taşlı, dik ve dönemeçli bir yola girdik. Ağabeyim arabayı bütün dikkati, becerisi ile mümkün olduğu kadar yavaş sürüyordu. Buna rağmen önümüze çıkan dönemeçleri bir hamlede alamıyordu. Bunun için her dönemeçte ben arabadan inip öne fırlıyor özellikle yolun kenarındaki tehlikelere ağabeyimi uyararak bir cins trafik işaretçiliği yapıyorum.
İki üç dönemeç sonra yolda önümüze hayretle baktığımız bir manzara yayıldı. Sağda dikçe bir uçurumun altında, ince, uzun bir göl uzanıyordu. Çok kısa bir süre göle baktık. Otomobildeki yolcular “bu göle EYMİR denir” dediler. Kan ter içinde kalarak, iki defa da dönemeçlerde tehlike atlatarak nihayet alttaki vadiye indik. Düz bir vadiden giderek bir süre sonra yolcularımızın köyüne vardık. EYMİR gibi bir köyün ismi de söylendiği anda hafızama çakıldı. Köylüler köye “Bursalı” diyorlardı. Bütün köy halkı arabamızın etrafında toplanmıştı. O zaman araba Ankara için bile yeni bir olaydı. Köyler içinse bir cins mucizeydi. Köylüler arabayı merak ediyorlardı. Fakat en çok merak ettikleri şey arabamızın takla atmayarak o dağdan nasıl indiğiydi. Onun için bize Ankara’ya dönüşte dağa tırmanmayıp gölün alt tarafındaki patikayı izleyerek gitmemizi salık verdiler; bu yoldan bir süre sonra Ankara-Kırşehir şasesine kavuşacağımızı söylediler. Köyde fazla oyalanmadık. Kısa süre sonra hareket ettik ve gölün güney kenarındaki patikadan yavaş yavaş ilerlemeye başladık. Hemen her 50 metrede durmak ve arabadan çıkmak zorunda kalıyorduk. Bir izden ibaret olan yol yer yer taş doluydu, yer yer çukurları vardı. İyi kötü onları doldurarak ilerlemeye devam ettik. İki kardeş kan ter içindeydik. Fakat hayatımızdan memnunduk. Çünkü; göl bizi garip bir şekilde kendine çekmişti. Gölün çevresi hemen tamamen ağaçsızdı. Görünürde bütün çevrede tek bir ağaç yoktu; erozyonla kavrulmuş toprak ve yamaçlar da insanı korkutacak kadar asık suratlıydı. Fakat gölün suyu, henüz çevre kirlenmesi olmadığından özellikle kenarlarda beyaza yakın açıktı. Her durduğumuz yerde yüzümüzü yıkadık, ayaklarımızı serinlettik ve gölün çıplak, yalnız, yıpranmış fakat hala büyüleyici vahşi güzelliğini yansıtan kıvrımlarını hayranlıkla izleyerek yolculuğumuzu sürdürdük. 3 km lik yolu zannediyorum iki saatte ancak geçebildik. İkimizde adeta gölden ayrılmak istemiyorduk. EYMİR’e böyle bir güzel tabiat olgusunu çıplak, kırık tepeler arasında yalnızlığa ve yıkıntıya terk etmiş olmaktan doğan bir suçluluk kompleksiyle birlikte, garip bir bağlılık ve sevgi duyduk. Bundan sonra hemen hiçbir zaman o ince, uzun, beyaz göl benim aklımdan çıkmadı. Her hatırlayışımda da o güzel gölün tek ağaçsız bir yabanda yalnızlığa terk edilmişliğinin iç sıkıntısını duydum.
1930’dan 1960’a kadar hayat hikayem ve yaşayış akımım Ankara’yla adeta devamlı karışmıştır. 
… 
Bu arada karşıma başka canipten yepyeni bir teklif çıktı. Bir iki dostum bir gün bana şunu sordu: kabine görevim bitince ODTÜ Rektörlüğü’ne geçmeyi düşünmez miydim? Bana ODTÜ Rektörlüğü’nü teklif eden dostlarım beni her ihtimale karşı hazırlamak için bir taraftan ODTÜ Rektörlüğü’nü cazip gösterirken, bir taraftan da ODTÜ’de karşılaşmam muhtemel zorlukları anlatmaya özel gayret ediyorlardı. Söylediklerinden anladığıma göre o tarihe kadar üniversitede ciddi bir adım atılamamış; 300 öğrenci 40 hocası varmış; kampüs için bir takım çalışmalar yapılmış, ihmalden durmuş. Ankara yakınlarında büyük bir arazinin üniversiteye ayrılması düşünülüyormuş. Bir takım istimlaklar da yapılmış, projeler de hazırlanmış. Üniversite kampüsü olması düşünülen arazı batıda Eskişehir yolundan başlayıp dağlar üzerinden Çankaya’nın arkasına kadar uzanıyormuş. Orda ince, uzun, küçük yabani bir göl de varmış. Amma, bir grup yetkili de üniversiteyi Sincanköy yakınındaki birkaç yıl evvel başlamış ve yarım kalmış Ankara Şeker Fabrikası Tesislerine taşımak istiyormuş. Tabii üniversitede bir takım politik problemler de varmış. Bu anlatılanları dinlediğimde ilk belirgin reaksiyonum Çankaya’nın arkasındaki yabani göl için oldu. “Bu göl EYMİR olmasın” diye sordum. Türkiye’de insan yetiştirmek, arzu ettiğim tipte modern insan yetiştirmek, bütün bu düşünceler kafamda birden yeşerip birbiriyle sarmaş oldular. 
Demek EYMİR BENİ ÇAĞIRIYORDU
… 
Dostlarıma ODTÜ Rektörlüğü ile çok yakından ilgilendiğimi söyledim. Rahmetli Gürsel’le sonraki buluşmamızda “Paşam ben yolumu buldum. ODTÜ Rektörü oluyorum” dediğimde hem şaşırdı hem de yanında yakınında olacağımdan ve Türkiye’ye küçük de olsa bir müessese de hizmet vereceğimden mutluluk duydu. Çok içten bir adamdı. Ondan sonra ODTÜ yapılırken Gürsel sağ kaldığı sürece adeta her 15 günde ODTÜ’ye uğradı. Tutmayan her ağacı belki benden evvel o gördü. Her yeşeren ağaç ona mutluluk verdi. Rahmeti bol olsun. 
… 
Rektörlüğe başladığımın hemen ilk günü karşıma son derece tartışmalı ve beklediğim temel bir soruyu getirdiler. ODTÜ’yü Sincan’da Şeker Fabrikası tesislerinde mi açalım? Yoksa Ankara yakınındaki Hazine’den önemli bir kısmının tahsisi alınmış arazide mi yeni bir kampüs kuralım? İki görüşün sahipleri aralarında yıllar sürmüş tartışmaların sertleştirdiği bir inatla kendi görüşlerini bana ısrarla kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Ayrı iki tezin önde gelen temsilcilerini yanıma alarak evvela Sincanköy’deki bitmemiş Şeker Fabrikasını ziyaret ettim. Dönüşte ise ODTÜ’nün bugün kurulu olduğu yayvan tepeyi ziyaret ettim. Kesin kararımı vermeden evvel Ortadoğu’nun arazisini baştan başa adım adım dolaşmaya karar verdim. Ertesi gün yanımda araziyi tanıyan bir yetkili bir üniversite mensubuyla geziye bugünkü kampüsün bulunduğu tepeden başladık. Bir arazi arabasıyla Yalıncak Köyü’ne oradan Taşocakları yoluyla bugünkü Oran Sitesinin düzlüğüne çıktık ve oradan Gölbaşı’na indik. Yanımdaki yetkili Gölbaşı’na gelmeden bana üniversitenin planlanan hududunun orada bittiğini anlatan bir eda ile “efendim hududumuz burada nihayet buluyor, bir de şu görünen vadinin içinde küçük bir gölümüz var, yolu biraz zordur, gölde biraz yabani görünüşlü” dedi. Zannediyorum benim oraya gitmek istemeyeceğimi tahmin ediyordu. Ya da bakanlıktan yeni ayrılmış bir zatı, dar yollarda toz dumana boğmak istemiyordu. Ben biraz heyecanla “yol nasıl olursa olsun o gölü mutlaka görmek istiyorum” deyince biraz şaşırdı. Yüzündeki şaşkınlık ifadesini daha da arttırmak için “benim o gölle 30 yıla yaklaşık bir dostluğum var” dedim. Onun isteksiz ve meraklı; benim bekleyişten doğan heyecanlı bir yarım saatimden sonra hayli zor şartlarla göle vardık. Biraz içeri girince ben katışıksız gölü tanımıştım. Bu EYMİR’di. Otuz yıl ona pek az dokunmuştu. Eski yalnızlığı, kıraçlığı ve çaresizliği içindeydi. Yalnız suyu Gölbaşı’nda büyüyen iskan ve çevre kirliliği sebebiyle bulanıklaşmıştı, ya da bana öyle geldi. O gün hemen bütün günü EYMİR GÖLÜ kenarında geçirerek EYMİR’e 30 yıllık hasretimi giderdim. ODTÜ’de kaldığım sürece hatta ayrıldıktan sonra da EYMİR benim için hep sevgi dolu bir ilgi ve ihtimamın konusu olmuştur. Üniversite arazisini ziyaretimizden ve EYMİR’in çağrısına uyup kendisine selamımı sunduktan sonra ODTÜ’deki çalışmalarımız sanki ortada yıllarca üzerinde durulup hazırlanmış ayrıntılı bir plan varmış gibi muayyen bir anlayış, bağlantı ve ahenk içinde bütünüyle ve hızla gelişti. 
- Birinci hafta içinde ODTÜ’nün kampüsünün Balgat’ta yani bugünkü yerinde kurulmasına nihai karar verdik. Bütün proje çalışmaları için yeşil ışık yaktık. Çalışmaları son derece hızla bitirilmesini istedik. 
- 3 Aralık 1961’de yani işe başladıktan 12 gün sonra ODTÜ’de ilk ağaç dikme gününü yaptık. O gün, Ankara ve civarında ne kadar fidan bulabildiysek arazimize diktik. O mevsim mart ortalarına kadar toprağımızda dikilmiş 130000 fidanımız oldu. Bu arada anladık ki aslında Türkiye’de henüz büyük ölçüde ağaçlandırmaya elverişli bir fidan yetiştirmesi de olmamıştır. Bunun üzerinde 1962 Ocak ayında Ortadoğu’da kendimiz için ayrı ve yeni bir fidanlık kurmaya karar verdik. Bu fidanlığın hedefi 3 milyon/yıla kadar yükseltildi. Fidanlığımızın desteğiyle 8 yıl arazimize bir fidan seli akıttık. 8 yılda 15 milyon dolayında ağaç diktik. ODTÜ arazisini bir orman ve Ankara için nefes alacağı büyük bir park haline getirdik. Fidanlığımızı desteğiyle yalnız kendi arazimize değil, Ankara civarında her isteyen köye fidan yardımında bulunduk. Ankara köyleri ve kasabalarına 1965-1969 yılları arasında dağıttığımız fidan 350 bini geçmiştir. 


Kısaca; ODTÜ Ankara’ya bir nefes alma alanı, doğası korunmuş, zenginleştirilmiş, güzelleştirilmiş büyük bir park verdi. Yakında nüfusu 5 milyona kavuşacak başka nefes alma alanları son derece daralmış veya yok edilmiş Ankara, ODTÜ parkına sonsuz ölçüde muhtaçtır. Bu park korunmalı, geliştirilmeli ve örneği her fırsatta yurt sathına yayılmalıdır. ODTÜ Rektörlüğü’ndeki hayatım ağaç dikme vesilesi ile başımızdan geçmiş çok tatlı olaylar, heyecanlarla doludur. Bu olayları, heyecanları zaman zaman yeniden yaşarım, anarım. Öğrencilerim kendilerini bana tanıtırken; en tatlı ve etkili tanıtımın “Efendim ben Ortadoğu için ağaç dikmiş olanlardanım…” cümlesinin olduğunu bilirler; kendilerini bana öyle tanıtırlar; sevindirirler… ODTÜ’de ilk binanın temelini 12 Mart 1962 günü attık. 13000 metrekarelik bu bina 1963 ekiminde bitirildi. 1962-1965 döneminde ODTÜ’de 260000 metrekare toplamında 54 binayı tamamladık. ODTÜ kampüs gelişmesinin en büyük özelliği, zannediyorum Türkiye’ye verilmiş en güzel örnek, bu kampüsün her noktası düşünülmüş bir plana tam sadakatla yapılmış, gerçekleştirilmiş olmasıdır. ODTÜ kampüsünde bir yere konan bir taş veya bir yere yapılan bir duvar bir daha yıkılmamıştır, yerinden oynatılmamıştır. 
… 
Bu müessese geçen 25 yılda Türkiye’ye pek değerli hizmetlerde bulunmuştur. İleriye bakan ve ileriyi düşünen her Türk için ODTÜ’ye sahip olmak ve onu korumanın milli bir görev olduğu inancındayım."

Erman Tamur sayesinde ulaştığım Başkent Söyleşileri (Kent-Koop) kitabında karşılaştığım bu kısa yazısında Kemal Kurdaş bize o kadar çok şey anlatıyor ki...
Yıllarca zoraki devam ettiğim derslerden aklımda kalan çok az şey olmasına rağmen, en unutamadığım hayat dersini yüzyüze tanışma şansım bile olmayan eski rektörümüzden almıştım.