Eymir Gölü'nün belgeselini yaparken bir yandan ODTÜ'nün geçmişini, bir yandan
gölün coğrafyasını araştırırken bir yandan da buraya yolu düşmüş kimler varsa
onları tanıdım. Aynı zamanda kendi geçmişimi ve kimliğimi tekrar keşfediyordum.
Tanımak demek mutlaka yüz yüze konuşmak değildir, bazılarını da yazdıklarından,
eski fotoğraf ve video kayıtlarından keşfettim. Bu tanıdıklarımdan belki de en
önemlisi Kemal Kurdaş'tı. ODTÜ'deki ilk yıllarımda bir iki defa uzaktan
görmüştüm ama hiç ilgimi çekmemişti, eski rektör dediklerinde herhangi bir idare
adamı gibi düşünmüş gidip konuşmayı bırak mesafemi daha da korumuştum. Fakat
gölün ve ODTÜ'nün geçmişini öğrendikçe, ne kadar benzer bir yerde durduğumuzu,
benim hayatıma ne kadar dokunduğunu anladım. Benim için Eymir Gölü'nün hikayesi
biraz da Kemal Kurdaş'ın hikayesidir.
Eymir Neden Paylaşılamadı? belgeseli için zaman geçtikçe farklı kişilerle görüşüyor, yeni kitaplar okuyor, arşiv
belgelerini tarıyordum ve fırsat buldukça da yalnız başıma Eymir Gölü etrafında
yürüyor, kısa çekimler yapıyordum. Sırt çantama ödünç aldığım makineyi alıp
Eymir'in etrafındaki tepelerde yürüyordum, burada vakit geçirmek beni
çocukluğuma götürüyordu; Ankara'da geçen yıllarım o kadar kalabalıklar içinde
geçmişti ki, Eymir Gölü bana tekrar yalnız kalma, kendimi hatırlama, nefes alma
şansını vermişti. Araştırmam devam ederken Kemal Kurdaş'ın bir yazısını buldum:
Eymir'in Çağrısı. Bu yazıda Eymir Gölü'nün ODTÜ için ne kadar önemli olduğu
anlamış oldum, en başında belki de bu göl olması üniversite kampüsü bambaşka bir
yerde olacaktı. Bunu kimse bilmiyor, belki bilseler de önemsemezlerdi ama ben
önemsiyorum. Bu yazıyı okuyunca bu gölde beni neyin çektiğini de biraz daha iyi
anladım. Kemal Kurdaş yazısına yıkılan bir köprüde hayatı keşisen insanların
hikayesiyle başlıyor ve kendisini buraya çeken olayları sorguluyor; onun
yazısını okurken ben de kendimi düşündüm tekrar neden buradaydım acaba,
hikayesini anlattığım insanları düşündüm neden buradaydılar; nihayetinde hepimiz
Eymir'de, suyun kenarından yolu kesişmiş insancıklarız.
Eymir’in Çağrısı
"ODTÜ Rektörlüğü’nden ayrıldığımdan bu yana 17 yılı aşkın bir süre geçmiş
bulunuyor. Bu süre içinde zaman zaman geriye bakıp ODTÜ Rektörlüğü’ne beni hangi
şartlar, ümitler, hayaller getirdi? Kısaca; ben Rektörlüğü neden kabul ettim?
Sorusunu kendime sorduğumda aklıma hep Thorntor Wilder’in “The Bridge of San Lui
Rey” adlı uzun hikayesi gelmiştir. Bilirsiniz bu uzun hikayede Peru’da eski bir
Anka Köprüsü, üzerinde pek çok insanla birlikte çöker ve üzerindekiler suya
dökülür. Yazar romanında bu insanları o köprüye ve o ortak kadere hayatlarındaki
hangi olayların ya da hangi ihtiras, ümit ve kızgınlıkların getirdiğini ve ortak
kadere terk ettiğini anlatır.
Karşımda çok cazip başka teklifler varken beni
Ortadoğu Rektörlüğü’ne kabule iten ana sebebin benim Türk insanına olan sevgim
ve bu insanları özlediğimiz mutluluk ve refah düzeyine erişmekte en kuvvetli
etkinin ve itici gücün bu insanların gelecek kuşaklarını modern ilim ve
teknolojide en üst düzeyde yetiştirmenin oynayacağına dair kesin kanımın
olduğunu bugün çok daha açık bir biçimde görüyor ve takdir ediyorum. Türkiye’de
modern bilgi ve teknoloji ile mücehhez, dışa açık en az bir yabancı dil bilir
bir kuşak verebilmekte kendime düşeni yapabilmek hayatımın en büyük ihtirası
olmuştur.
ODTÜ bana bu fırsatı verir gözüktü ve daha ilk anda teşir etti. Bu
temel anlayış, isterseniz ihtiras dışında iki unsurun daha beni Ortadoğu’ya
doğru ittiğini de zaman zaman hissetmişim ve düşünmüşümdür. Ankara ile benim
hayat yolumun çakışmasında da hayli etkisi olan eğitim dışındaki bu olayları
size kısaca anlatmak isterim.
Ankara’ya ilk gelişim 1933 yazına rastlar. O zaman
ilkokuldan mezun olalı 15-20 gün geçmiş bir çocuktum. 1933 yazında Ankara bugün
için gözde canlandırılması zor ölçülerde küçük bir şehirdi. Ankara’nın büyük bir
kısmı kale ve eteklerindeki eski şehirden oluşurdu. Bu eski şehir henüz bugünkü
Atatürk Bulvarı’na inmemişti. Bent Deresi şehrin kuzeybatı yönünü sınırlardı. O
zaman Altındağ ve arkasındaki mahallelerin hiçbiri yoktu. Cebeci, henüz inşa
edilmemiş olan Mülkiye ve Hukuk fakültesi binaları sınırının gerisindeydiler.
Mamak ve Ayaş küçük bir köydü. Güneyde Yenişehir henüz teşekkül etmişti. Hemen
tamamı iki katlı binalardan oluşurdu. Arkasında tepede tabii Çankaya vardı. Bir
Çankaya’ya gitmek şöyle dursun huşudan bakamazdık bile. Batıda bugünkü Gençlik
Parkı yarı batak bir çayırdı. 1933 yazında Ankara’da ilk gecekondular belirmeye
başlamıştı. Bu gecekondular ikinci Büyük Millet Meclisi binası ve bitişiğindeki
halk arasında “Meclis Bahçesi” adıyla tanınan parkın arkasındaki düzlükte ortaya
çıkmıştı. O zaman bu mahalleye “Teneke Mahalle” derlerdi. Gecekondu deyimi
sonradan yarattığımız saygıdeğer bir tasvirdir.
1933 yazında Ankara’ya ilk
geldiğim günler bir şoka uğradığımı canlı biçimde hatırlarım. Eskişehir’den bu
yana daha trende seyretmeye başladığım bozkır beni ürpertmişti. Mustafa Kemal’in
Orman Çiftliği’ne ve yollara henüz ekilmeye başlanan ağaçlara (hemen hepsi
akasya, Ankara’da akasyadan başkasının yaşamayacağına inanılırdı.) rağmen
Ankara’nın ağaçsızlığı da içime derin bir hüzün akıtmıştı.
Çocukluğunu Bursa’da
Uludağ eteklerinin ve ovanın yeşilliklerinde ve İstanbul’un o zaman henüz tahrip
edilmemiş tabiatı içinde geçirmiş bir insan olarak Ankara’nın ağaçsızlığı beni
derinden sarmıştı. Ağaç ve orman hasretini o yaz adete her gün hissettim. Ondan
sonra da ileride Maliye Müfettişi olarak Orta ve Doğu Anadolu’ya yaptığım uzun
seyahatlerde ağaç ve orman hasreti benim içime adeta bir sıla hasreti olarak
yerleşti. Anadolu’nun orman hazinelerinin tahribini içinde yaşadığım toplumun
bir günahı bir suçu olarak değerlendirmeye başladım.
1930’lu yıllarda Ankara
yazları, büyük dolularla gelen ani sağanaklarla kesilirdi. Yaşlılar, ben doluyla
gelen yağmura korkuyla baktıkça, “oğlum bu bozkırda olur” derlerdi. Benim
kafamda belki ondan, bozkır gürültülü, yıkıcı, doluyla gelen yaz yağmurlarıyla
birleşik manada olmuştur. İlerde ODTÜ arazisine her ağaç dikişte adeta o dolulu
yağmurlardan intikam aldığımı hissetmişimdir. İlmen doğru mudur bilmem, hala bu
anlayışa inanırım.
1934 yılında zannediyorum Ankara’ya ikinci gelişimde idi. Bir
akşam yemeğinde ağabeyim, bana dönerek “Kemal yarın Ankara dışında bir köye iki
kişiyi götüreceğim. Köy Çankaya’nın arkasında bir vadide imiş. Yol çok dik, dar
ve dolambaçlıymış. Yolda bir kaza yapmaktan korkuyorum sen de benimle
geleceksin” dedi. Zannediyorum yol kadar adamlardan da çekiniyor ve yanında bir
can yoldaşının bulunmasını istiyordu.
Ertesi sabah yola koyulduk. Çankaya’nın
arkasında, çok dar, taşlı, dik ve dönemeçli bir yola girdik. Ağabeyim arabayı
bütün dikkati, becerisi ile mümkün olduğu kadar yavaş sürüyordu. Buna rağmen
önümüze çıkan dönemeçleri bir hamlede alamıyordu. Bunun için her dönemeçte ben
arabadan inip öne fırlıyor özellikle yolun kenarındaki tehlikelere ağabeyimi
uyararak bir cins trafik işaretçiliği yapıyorum.
İki üç dönemeç sonra yolda
önümüze hayretle baktığımız bir manzara yayıldı. Sağda dikçe bir uçurumun
altında, ince, uzun bir göl uzanıyordu. Çok kısa bir süre göle baktık.
Otomobildeki yolcular “bu göle EYMİR denir” dediler. Kan ter içinde kalarak, iki
defa da dönemeçlerde tehlike atlatarak nihayet alttaki vadiye indik. Düz bir
vadiden giderek bir süre sonra yolcularımızın köyüne vardık. EYMİR gibi bir
köyün ismi de söylendiği anda hafızama çakıldı. Köylüler köye “Bursalı”
diyorlardı. Bütün köy halkı arabamızın etrafında toplanmıştı. O zaman araba
Ankara için bile yeni bir olaydı. Köyler içinse bir cins mucizeydi. Köylüler
arabayı merak ediyorlardı. Fakat en çok merak ettikleri şey arabamızın takla
atmayarak o dağdan nasıl indiğiydi. Onun için bize Ankara’ya dönüşte dağa
tırmanmayıp gölün alt tarafındaki patikayı izleyerek gitmemizi salık verdiler;
bu yoldan bir süre sonra Ankara-Kırşehir şasesine kavuşacağımızı söylediler.
Köyde fazla oyalanmadık. Kısa süre sonra hareket ettik ve gölün güney
kenarındaki patikadan yavaş yavaş ilerlemeye başladık. Hemen her 50 metrede
durmak ve arabadan çıkmak zorunda kalıyorduk. Bir izden ibaret olan yol yer yer
taş doluydu, yer yer çukurları vardı. İyi kötü onları doldurarak ilerlemeye
devam ettik. İki kardeş kan ter içindeydik. Fakat hayatımızdan memnunduk. Çünkü;
göl bizi garip bir şekilde kendine çekmişti. Gölün çevresi hemen tamamen
ağaçsızdı. Görünürde bütün çevrede tek bir ağaç yoktu; erozyonla kavrulmuş
toprak ve yamaçlar da insanı korkutacak kadar asık suratlıydı. Fakat gölün suyu,
henüz çevre kirlenmesi olmadığından özellikle kenarlarda beyaza yakın açıktı.
Her durduğumuz yerde yüzümüzü yıkadık, ayaklarımızı serinlettik ve gölün çıplak,
yalnız, yıpranmış fakat hala büyüleyici vahşi güzelliğini yansıtan kıvrımlarını
hayranlıkla izleyerek yolculuğumuzu sürdürdük. 3 km lik yolu zannediyorum iki
saatte ancak geçebildik. İkimizde adeta gölden ayrılmak istemiyorduk. EYMİR’e
böyle bir güzel tabiat olgusunu çıplak, kırık tepeler arasında yalnızlığa ve
yıkıntıya terk etmiş olmaktan doğan bir suçluluk kompleksiyle birlikte, garip
bir bağlılık ve sevgi duyduk. Bundan sonra hemen hiçbir zaman o ince, uzun,
beyaz göl benim aklımdan çıkmadı. Her hatırlayışımda da o güzel gölün tek
ağaçsız bir yabanda yalnızlığa terk edilmişliğinin iç sıkıntısını duydum.
1930’dan 1960’a kadar hayat hikayem ve yaşayış akımım Ankara’yla adeta devamlı
karışmıştır.
…
Bu arada karşıma başka canipten yepyeni bir teklif çıktı. Bir iki
dostum bir gün bana şunu sordu: kabine görevim bitince ODTÜ Rektörlüğü’ne
geçmeyi düşünmez miydim? Bana ODTÜ Rektörlüğü’nü teklif eden dostlarım beni her
ihtimale karşı hazırlamak için bir taraftan ODTÜ Rektörlüğü’nü cazip
gösterirken, bir taraftan da ODTÜ’de karşılaşmam muhtemel zorlukları anlatmaya
özel gayret ediyorlardı. Söylediklerinden anladığıma göre o tarihe kadar
üniversitede ciddi bir adım atılamamış; 300 öğrenci 40 hocası varmış; kampüs
için bir takım çalışmalar yapılmış, ihmalden durmuş. Ankara yakınlarında büyük
bir arazinin üniversiteye ayrılması düşünülüyormuş. Bir takım istimlaklar da
yapılmış, projeler de hazırlanmış. Üniversite kampüsü olması düşünülen arazı
batıda Eskişehir yolundan başlayıp dağlar üzerinden Çankaya’nın arkasına kadar
uzanıyormuş. Orda ince, uzun, küçük yabani bir göl de varmış. Amma, bir grup
yetkili de üniversiteyi Sincanköy yakınındaki birkaç yıl evvel başlamış ve yarım
kalmış Ankara Şeker Fabrikası Tesislerine taşımak istiyormuş. Tabii üniversitede
bir takım politik problemler de varmış. Bu anlatılanları dinlediğimde ilk
belirgin reaksiyonum Çankaya’nın arkasındaki yabani göl için oldu. “Bu göl EYMİR
olmasın” diye sordum. Türkiye’de insan yetiştirmek, arzu ettiğim tipte modern
insan yetiştirmek, bütün bu düşünceler kafamda birden yeşerip birbiriyle sarmaş
oldular.
Demek EYMİR BENİ ÇAĞIRIYORDU
…
Dostlarıma ODTÜ Rektörlüğü ile çok
yakından ilgilendiğimi söyledim. Rahmetli Gürsel’le sonraki buluşmamızda “Paşam
ben yolumu buldum. ODTÜ Rektörü oluyorum” dediğimde hem şaşırdı hem de yanında
yakınında olacağımdan ve Türkiye’ye küçük de olsa bir müessese de hizmet
vereceğimden mutluluk duydu. Çok içten bir adamdı. Ondan sonra ODTÜ yapılırken
Gürsel sağ kaldığı sürece adeta her 15 günde ODTÜ’ye uğradı. Tutmayan her ağacı
belki benden evvel o gördü. Her yeşeren ağaç ona mutluluk verdi. Rahmeti bol
olsun.
…
Rektörlüğe başladığımın hemen ilk günü karşıma son derece tartışmalı ve
beklediğim temel bir soruyu getirdiler. ODTÜ’yü Sincan’da Şeker Fabrikası
tesislerinde mi açalım? Yoksa Ankara yakınındaki Hazine’den önemli bir kısmının
tahsisi alınmış arazide mi yeni bir kampüs kuralım? İki görüşün sahipleri
aralarında yıllar sürmüş tartışmaların sertleştirdiği bir inatla kendi
görüşlerini bana ısrarla kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Ayrı iki tezin önde
gelen temsilcilerini yanıma alarak evvela Sincanköy’deki bitmemiş Şeker
Fabrikasını ziyaret ettim. Dönüşte ise ODTÜ’nün bugün kurulu olduğu yayvan
tepeyi ziyaret ettim. Kesin kararımı vermeden evvel Ortadoğu’nun arazisini
baştan başa adım adım dolaşmaya karar verdim. Ertesi gün yanımda araziyi tanıyan
bir yetkili bir üniversite mensubuyla geziye bugünkü kampüsün bulunduğu tepeden
başladık. Bir arazi arabasıyla Yalıncak Köyü’ne oradan Taşocakları yoluyla
bugünkü Oran Sitesinin düzlüğüne çıktık ve oradan Gölbaşı’na indik. Yanımdaki
yetkili Gölbaşı’na gelmeden bana üniversitenin planlanan hududunun orada
bittiğini anlatan bir eda ile “efendim hududumuz burada nihayet buluyor, bir de
şu görünen vadinin içinde küçük bir gölümüz var, yolu biraz zordur, gölde biraz
yabani görünüşlü” dedi. Zannediyorum benim oraya gitmek istemeyeceğimi tahmin
ediyordu. Ya da bakanlıktan yeni ayrılmış bir zatı, dar yollarda toz dumana
boğmak istemiyordu. Ben biraz heyecanla “yol nasıl olursa olsun o gölü mutlaka
görmek istiyorum” deyince biraz şaşırdı. Yüzündeki şaşkınlık ifadesini daha da
arttırmak için “benim o gölle 30 yıla yaklaşık bir dostluğum var” dedim. Onun
isteksiz ve meraklı; benim bekleyişten doğan heyecanlı bir yarım saatimden sonra
hayli zor şartlarla göle vardık. Biraz içeri girince ben katışıksız gölü
tanımıştım. Bu EYMİR’di. Otuz yıl ona pek az dokunmuştu. Eski yalnızlığı,
kıraçlığı ve çaresizliği içindeydi. Yalnız suyu Gölbaşı’nda büyüyen iskan ve
çevre kirliliği sebebiyle bulanıklaşmıştı, ya da bana öyle geldi. O gün hemen
bütün günü EYMİR GÖLÜ kenarında geçirerek EYMİR’e 30 yıllık hasretimi giderdim.
ODTÜ’de kaldığım sürece hatta ayrıldıktan sonra da EYMİR benim için hep sevgi
dolu bir ilgi ve ihtimamın konusu olmuştur. Üniversite arazisini ziyaretimizden
ve EYMİR’in çağrısına uyup kendisine selamımı sunduktan sonra ODTÜ’deki
çalışmalarımız sanki ortada yıllarca üzerinde durulup hazırlanmış ayrıntılı bir
plan varmış gibi muayyen bir anlayış, bağlantı ve ahenk içinde bütünüyle ve
hızla gelişti.
- Birinci hafta içinde ODTÜ’nün kampüsünün Balgat’ta yani bugünkü
yerinde kurulmasına nihai karar verdik. Bütün proje çalışmaları için yeşil ışık
yaktık. Çalışmaları son derece hızla bitirilmesini istedik.
- 3 Aralık 1961’de
yani işe başladıktan 12 gün sonra ODTÜ’de ilk ağaç dikme gününü yaptık. O gün,
Ankara ve civarında ne kadar fidan bulabildiysek arazimize diktik. O mevsim mart
ortalarına kadar toprağımızda dikilmiş 130000 fidanımız oldu. Bu arada anladık
ki aslında Türkiye’de henüz büyük ölçüde ağaçlandırmaya elverişli bir fidan
yetiştirmesi de olmamıştır. Bunun üzerinde 1962 Ocak ayında Ortadoğu’da kendimiz
için ayrı ve yeni bir fidanlık kurmaya karar verdik. Bu fidanlığın hedefi 3
milyon/yıla kadar yükseltildi. Fidanlığımızın desteğiyle 8 yıl arazimize bir
fidan seli akıttık. 8 yılda 15 milyon dolayında ağaç diktik. ODTÜ arazisini bir
orman ve Ankara için nefes alacağı büyük bir park haline getirdik. Fidanlığımızı
desteğiyle yalnız kendi arazimize değil, Ankara civarında her isteyen köye fidan
yardımında bulunduk. Ankara köyleri ve kasabalarına 1965-1969 yılları arasında
dağıttığımız fidan 350 bini geçmiştir.
Kısaca; ODTÜ Ankara’ya bir nefes alma
alanı, doğası korunmuş, zenginleştirilmiş, güzelleştirilmiş büyük bir park
verdi. Yakında nüfusu 5 milyona kavuşacak başka nefes alma alanları son derece
daralmış veya yok edilmiş Ankara, ODTÜ parkına sonsuz ölçüde muhtaçtır. Bu park
korunmalı, geliştirilmeli ve örneği her fırsatta yurt sathına yayılmalıdır. ODTÜ
Rektörlüğü’ndeki hayatım ağaç dikme vesilesi ile başımızdan geçmiş çok tatlı
olaylar, heyecanlarla doludur. Bu olayları, heyecanları zaman zaman yeniden
yaşarım, anarım. Öğrencilerim kendilerini bana tanıtırken; en tatlı ve etkili
tanıtımın “Efendim ben Ortadoğu için ağaç dikmiş olanlardanım…” cümlesinin
olduğunu bilirler; kendilerini bana öyle tanıtırlar; sevindirirler… ODTÜ’de ilk
binanın temelini 12 Mart 1962 günü attık. 13000 metrekarelik bu bina 1963
ekiminde bitirildi. 1962-1965 döneminde ODTÜ’de 260000 metrekare toplamında 54
binayı tamamladık. ODTÜ kampüs gelişmesinin en büyük özelliği, zannediyorum
Türkiye’ye verilmiş en güzel örnek, bu kampüsün her noktası düşünülmüş bir plana
tam sadakatla yapılmış, gerçekleştirilmiş olmasıdır. ODTÜ kampüsünde bir yere
konan bir taş veya bir yere yapılan bir duvar bir daha yıkılmamıştır, yerinden
oynatılmamıştır.
…
Bu müessese geçen 25 yılda Türkiye’ye pek değerli hizmetlerde
bulunmuştur. İleriye bakan ve ileriyi düşünen her Türk için ODTÜ’ye sahip olmak
ve onu korumanın milli bir görev olduğu inancındayım."
Erman Tamur sayesinde ulaştığım Başkent Söyleşileri (Kent-Koop) kitabında karşılaştığım bu kısa yazısında Kemal Kurdaş bize o kadar çok şey anlatıyor ki...
Yıllarca zoraki devam ettiğim derslerden aklımda kalan çok az şey olmasına rağmen, en unutamadığım hayat dersini yüzyüze tanışma şansım bile olmayan eski rektörümüzden almıştım.